Habil Tangören – Gravür sanatçısı Yeşim Yıldız Kalaycıoğlu, eserlerinde işlediği tema nedeniyle sanat camiasında “Anka kuşunun ve kelebeklerin anası” olarak tanınıyor. “Hayatın kendisi aslında metamorfoz. Kelebek benim için değişimin, dönüşümün simgesidir. Sürünen bir tırtılın, geçirdiği evrim sonunda havada uçuşan naif bir kelebeğe dönüşmesi beni hep etkilemiştir” diyen Kalaycıoğlu, ile sıcak ve samimi bir röportaj gerçekleştirdim.
Sanat hayatına nasıl başladınız?
Erken evlilik, çocuk sahibi olma ve erken anne-baba kaybı yaşadım. Böyle olunca hayatın yükü de genç yaşta omuzlarıma bindi. 20’li yaşlarımda kendime yeni bir uğraş bulma arayışına girdim, çeşitli kurslara gittim. Bu süreç beni geliştirdi. Bir dönem ahşap boyamayı öğrendim. Bu dönemde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi öğretim üyesi kalemkâr Kaya Üçer hocam oldu. Ondan çok şey öğrendim.
Daha sonra kendimi epey geliştirdim. 33-34 yaşlarımdayken sanat merkezi sahibi bir arkadaşım bana ‘ahşap boyama dersleri verir misin?’ deyince önce tereddüt ettim. Ama sonra, bir kitapta bir Fransız atasözü okudum: “Birşey bilmiyorsan kitap oku, hiç birşey bilmiyorsan öğretmen ol.” Bunu görünce, demek ki bu yolda yürümeliyim dedim kendi kendime ve ders vermeye başladım. Yüzlerce öğrencim oldu, hem onlar birşeyler öğrendi hem ben geliştim.
İşte o zaman ‘Ben üniversiteye gitmeliyim’ dedim ve 35 yaşında üniversiteye başladım. Sınava girdim Trakya Üniversitesi Edirne restorasyon bölümüne kaydoldum. Kızım da o sırada 15 yaşına gelmişti. Onu babasına bıraktım ve üniversiteye gittim. Restorasyon bölümü bayağı ağırdır. Topraktan çıkan eserlerin restorasyonunu yapıyorduk ve gerçekten çok yoğun çalışıyorduk. Sonradan anladım ki, yaptığım en doğru işlerden biriydi bu. Orada sabretmeyi, azmi ve acı çekmeyi öğrendim. Sonra Yıldız Teknik Üniversitesi’ne yapı restorasyonu bölümüne geçtim.
Yeditepe bienaline katılırken atılmış, ölmüş palmiye yapraklarından, liflerinden bir Anka kuşu heykeli yapmak istedim. Bununla ölümsüzlüğü ortaya koymak istedim. Ve Anka kuşunun küllerinden doğması gibi o atıklardan bir Anka kuşu heykeli çıkardım ortaya.
Gravürle nasıl tanıştınız, gravüre geçişiniz nasıl oldu?
Bir süre sonra İsviçre’den ünlü gravür sanatçısı Güngör İblikci hocam geldi. Onu çocukluğumdan beri tanırdım. Arkadaşım Ülkü Oğuz’un dayısıydı. Birgün Ülkü, beni Güngör hoca ile tanıştırdı. Hocanın eserlerini çok beğenirdim, Türkiye’de sergiler açtığında hiç kaçırmazdım. Güngör hocanın atölyesine geldim ve bir daha da oradan çıkmadım. Hoca çok disiplinli, çalışkan, sebatkâr ve azimliydi. Benim yapımda da bunlar vardı. Birlikte çalışmaya başladık. O kendi gravür tekniklerini bana anlattı, çok emek verdi. Ben de Güngör hocamın teknikleri ve daha önceki hocalarımdan öğrendiğim çalışmalarla yeni teknikler geliştirdim. 17 yıldır Güngör hoca ile birlikte çalışıyoruz. Hocamın benim hayatımdaki yeri çok ayrı ve özeldir. Bana çok şey öğretti. Beni hep destekledi. Onun hayatında da benim yerimin ayrı olduğunu biliyorum.
Gravür nasıl bir sanat dalıdır?
Gravür zor bir sanat dalı. Resim üstü bir sanat. Resim yapmak kolay değil ama gravür, onun biraz daha ötesidir. Renkler her zaman istediğim gibi çıkmıyor. Yaptığım plan, derinliği, asit oranı, presin sıkışıklığının önemi çok büyük. Her şey birbirine o kadar bağlı ki, bir aşama eksik kalırsa ortaya başka bir şey çıkıyor. Bunu öğrenmek benim için hiç kolay olmadı. Belki yüzlerce baskı yaptım. Baskılar birikti birikti öyle ki koyacak yer bulamadım.
Eserlerinizde kuş temasını nasıl tercih ettiniz?
2017 yılındaydı. İstanbul Sultanahmet’te Yeditepe bienali düzenleniyordu. Cumhurbaşkanlığı himayesinde bir organizasyondu. Ben de başvurdum ve kabul edildim. Arkeoloji müzesinde benim için bir bölüm oluşturuldu. Bienale Güngör hocamla birlikte katıldık. Katılma şartı olarak birkaç tema vardı. Ben kuş temasıyla katıldım. O zamana kadar kelebekleri çalışıyordum.
Kelebekler hayatımda önemli bir dönüm noktamı temsil ediyor. Kelebek benim için değişim, dönüşümün simgesidir. Sürünen bir tırtılın geçirdiği evrim sonunda havada uçuşan naif bir kelebeğe dönüşmesi beni hep etkilemiştir. Yaklaşık 30-35 yıl tasavvufla ilgilendiğim için bu benim ilgi alanıma girdi ve 2013 yılında Beylerbeyi Sarayı’nda kelebekler sergisi açtım. Çok başarılı bir sergiydi, sanatseverlerden büyük ilgi gördü.
Daha sonra manevi tarafı yoğun olan bir arkadaşım, “Yeşim neden Anka kuşunu çalışmıyorsun” dedi. Arkadaşımın bu sözleri kafamın bir yerlerinde duruyordu. Yeditepe bienalinde kuş temasını seçerken bu sözleri hatırladım ve “Anka kuşunu çalışacağım” dedim kendi kendime. Anka kuşunu çalışırken, aynı kelebeklerde olduğu gibi manaya önem verdim. Neydi Anka kuşu, neyi anlatıyor? Hayatımdaki yeri nedir? Araştırdım, iyice içine girdim. Bu konudaki İranlı mutasavvıf ve şair Feridüddin Attar’ın kitaplarını okudum, çalışmalarımda onlardan ilham aldım. “Kamil insana doğru nasıl yol alınır”ı anlamaya çalıştım. Böylece eserlerimde Anka kuşuna geçtim.
Katıldığınız karma ve kişisel sergileriniz?
Yurt içinde ve yurt dışında çok sayıda karma sergiye katıldım. İlk kişisel sergim, 2013 yılında Beylerbeyi Sarayı’ndaki kelebekler çalışmamdı. Serginin adı da Metamorfoz’du. Sonra da 2018’de Yeditepe bienalindeki Anka kuşu sergim var.
Daha sonra Yunus Emre Enstitüsü desteğiyle İtalya’da Roma’da “La Fenice-Anka kuşu” sergisi açtım. Bu sergim de İtalyan sanatseverler tarafından büyük ilgi gördü, eserlerim çok beğenildi. Bir Türk kadını olarak bunu gerçekleştirebildiğim için çok mutluyum. Allah’a şükrettim. Çünkü bu benim hayallerimin çok ötesinde bir şeydi. İtalya sanat açısından çok beğendiğim, tüm sanat eserlerini hayranlıkla incelediğim bir ülkeydi. Böyle bir kişisel sergiyi Rönesans’ın beşiği olan bir ülkede gerçekleştirmek benim açımdan inanılmaz bir olaydı.
Restorasyondan gravüre geçişiniz nasıl oldu?
Şöyle, restorasyon çalışmalarını yaparken bunlardan büyük keyif alıyordum. Eski eserlere dokunurken onlarla bütünleşiyordum. Hayatım boyunca birçok kursa gittim, el becerimi geliştirdim. Bir yandan da içimden bir ses, “Yeşim sen özgür olmalısın. Restorasyon çok güzel ama özgür takılmalısın” diyordu. Sonunda Güngör hocamla çalışmaya başladıktan sonra gravürün içine iyice girdim. Gravür böylece benim yaşam şeklim oldu.
Manaya, derinliğe gitme gayreti
Eserlerinizde mitoloji ve tasavvuf unsurlarını yoğun şekilde görüyorum.
Mitolojik unsurlar zaten hayatımızın her döneminde bir anlam ifade eder. Tasavvufta da böyle. O yüzden hep birşeylerle bağdaştırmaya çalışıp, manaya, derinliğe gitmeye gayret ediyorum.
Çalışmalarınızda şamanik izler de var. Şamanizme merakınız var mı?
Şamanizm, Türklerin özünde, kökünde var. Benim içimde de yoğun şekilde var. Hayat beni şamanik çalışmalara yönlendirdi. Okuduğum kitaplardan bilinç altıma göndermeler oluyor. Bu da eserlerime yansıyor. Bir dönem Peru seyahatim oldu. Orada da İnkaların yaşam biçimini, şamanların topluluklardaki etkilerini ve önemini inceledim. Sonraki eserlerimde bunların da yansımaları oldu tabii ki.
İşte sonsuzluk burada
Hayata ve sanata dair bir mesajınız var mı?
Sanat bir insanın olmazsa olmazı diye düşünüyorum. Sanatsız bir hayat bence hiç bir şeydir. Sanatın hangi dalı olursa olsun, insanın yaşamında olması gerekir. Çünkü bizi besleyen, deşarj eden, şarj eden en önemli unsur sanattır. Yaptığım Anka kuşu heykeli kendinden kendini yarattı. Sahilde atılmış, ölmüş, kesilmiş bir palmiye ağacının kalıntılarını topladım, “Ben bunlardan bir şey yapabilirim, hayata döndürebilirim” dedim. Ölmüş bir şeyi bile canlandırabiliriz hayata geçirebiliriz. İşte sonsuzluk burada.